15 Haziran 2025 sabahı…Ortadoğu’nun uykusu yeniden ölümle bölündü. İsrail ile İran arasında başlayan savaş, dördüncü gününde tam anlamıyla bir felakete dönüşmüş durumda. Her iki taraf da ağır kayıplar verirken, sivillerin yaşadığı acılar, savaşın tek bir askeri zaferle değil, büyük bir insani trajediyle ilerlediğini açıkça ortaya koyuyor. Ancak bu savaşın merkezinde yalnızca iki ülke değil, modern çağın teknolojik üstünlüğüyle desteklenen adaletsiz bir düzen ve bu düzene karşı direnen bir halkın sesi yer alıyor.
İsrail, savaş boyunca yüksek teknolojiye dayalı savunma ve saldırı sistemlerini etkin biçimde kullanarak üstünlük sağlamaya çalıştı. Yapay zeka destekli İHA’lar, uydu destekli hedefleme sistemleri, siber saldırı altyapıları ve demir kubbe savunma sistemi bu çerçevede dikkat çeken unsurlar arasında. Ancak tüm bu sistemler bir “teknolojik adalet” üretmiyor; aksine, asimetrik bir savaşın daha da acımasızlaşmasına neden oluyor.
İsrail’in vurduğu hedefler arasında yalnızca askeri tesisler değil, enerji altyapısı, kamu binaları ve yerleşim alanları da bulunuyor. Bu durum, sivillerin savaştan daha fazla etkilenmesine yol açıyor. Bir ülke kendi güvenliğini bahane ederek, başka bir ulusun nefes aldığı tüm damarları kesemez. Bu, savunma değil; sistematik bir boğma operasyonudur.
İran, savaşın dördüncü gününde karşı saldırı kapasitesini genişletti. Balistik füzeler, kamikaze İHA’lar ve elektronik harp unsurlarıyla İsrail’in hem askeri üslerine hem de enerji merkezlerine karşı kapsamlı saldırılar düzenledi. Bu saldırılar, Tel Aviv’in doğusundaki Negev Hava Üssü’nde ciddi hasara yol açarken, İsrail’in Ar-Ge merkezlerinden biri olarak bilinen Technion yakınlarında büyük bir patlama yaşandı.
İran’ın bu saldırıları yalnızca misilleme değil; aynı zamanda teknolojik sömürgeciliğe karşı bir başkaldırıdır. Bu, yalnızca füze savaşı değil, aynı zamanda on yıllardır baskı altında tutulan milletlerin modern köleliğe karşı haykırışıdır.
Bu çatışmanın en ağır bedelini, ne İsrail’in radar operatörleri ne de İran’ın füze birlikleri ödüyor. Bedeli; bombalanan bir hastanede annesini kaybeden çocuk, elektriksiz kalan yaşlı bir adam, göç yollarında umut arayan mülteciler ödüyor. İsrail’in yüksek hassasiyetli füzeleri sivilleri “ayırt etmek” adına değil, stratejik korku yaymak için kullanılıyor.
Bu durum, uluslararası insan hakları hukukunun ve savaş hukukunun açık bir ihlalidir. İsrail’in eylemleri sadece askeri değil; aynı zamanda etik, ahlaki ve vicdani olarak da sorgulanmalıdır.
İsrail bir “tekno-devlet” olarak bölgedeki askeri gücünü dijitalleşme, yapay zeka, siber savaş kabiliyetleriyle artırmış durumda. Ancak bu, beraberinde ciddi bir sorunu da getiriyor: İnsanilik kaybı. Her şeyin veriyle, algoritmayla, hedeflemeyle ölçüldüğü bir düzlemde, insanın ruhu, acısı, korkusu yok sayılıyor.
Bu savaş, bize şunu gösteriyor: Teknolojiyle adaleti değil, yalnızca tahakkümü büyütebilirsiniz. Ne kadar gelişmiş sisteminiz olursa olsun, kalplerin duvarlarını aşamıyorsanız, halkların iradesini yenemezsiniz.
Birleşmiş Milletler ve Batılı devletler, bu büyük felaket karşısında diplomatik açıklamalar dışında ciddi bir adım atmaktan kaçınıyor. ABD, tarafları “itidale” çağırırken İsrail’e yaptığı silah sevkiyatını sürdürmekten geri durmuyor. Avrupa ülkeleri, insan hakları savunuculuğunu yalnızca Rusya’ya ya da Çin’e yöneltip İsrail söz konusu olduğunda susmayı tercih ediyor.
Bu sessizlik, zulmün dolaylı bir ortağı olmaktır. Bu sessizlik, öldürülen çocukların üzerine örtülmüş kanlı bir örtüdür.
İran’ın direnişi yalnızca bir devletin topraklarını savunması değildir; aynı zamanda Ortadoğu halklarının tarihsel, kültürel ve ahlaki varoluş mücadelesidir. İsrail’in teknolojiyle inşa ettiği bu yeni çağ zulmü, sadece füze kalkanlarıyla değil; halkların vicdanıyla, onuruyla ve kararlılığıyla aşılabilir.